Gerek
klasik Yunan filozofları gerekse Müslüman ve Batılı bilim adamları
olsun aklın tanımını yapanların, yani akıl olgusunu kavramaya
çalışanların sayısı bir hayli fazladır. Fakat bu tanımlar, daha doğrusu
bu tanımlama çabaları içinde Komünist düşünürlerin tanımları dışında ele
alınabilecek kayda değer bir tanım mevcut değildir. Sadece onların
tanımları, ele alınabilecek düzeyde ciddi bir çaba olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ne var ki, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ısrarla inkâr
etmeleri Komünistleri yanlışlığa itmiş, onları saptırmıştır.
Komünistlerin bu yanlış ısrarı olmasaydı, gerçek anlamda, yani kesin ve
şüphesiz bir şekilde akıl olgusunu kavrayabileceklerdi. Zira akıl
olgusunu ve düşünceyi ilk irdeleyip şu soruları soran onlardır: Düşünce
mi maddeden önce, yoksa madde mi düşünceden önce vardı? Maddeyi
düşünceden önce var sayarsak düşünce maddenin bir ürünü müydü? Komünist
düşünürler bu konuda farklı bakış açılarına sahiptirler. Bazıları
düşüncenin maddeden önce var olduğunu söylerken, bazıları ise maddenin
düşünceden önce var olduğunu düşünmüşler, fakat eninde sonunda maddenin
düşünceden önce var olduğuna karar vermişlerdir. Buradan yola çıkarak
düşünceyi şöyle tanımlamışlardır: “Düşünce,
maddenin beyne yansımasıdır.” Bu tanıma göre düşünce; madde, beyin ve
söz konusu maddenin beyne yansımasından ibarettir. Çünkü düşünce,
maddenin beyne yansımasından doğar. Komünistlerin bu tanımı,
araştırmanın yönünü doğru yöne yönelten, hakikate biraz daha yaklaşan
ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer ısrarla maddenin bir
yaratıcısı olduğunu inkâr edip yine ısrarla kâinatın ezeli olduğunu
düşünmeselerdi, akıl gerçeğini kavramada hataya düşmezlerdi. Zira akıl
olgusu olmadan düşünce olmaz. Gerçekten düşünce maddeden ayrı
düşünülemez. Maddi gerçekliği olmayan tüm bilgiler, hayal ve kuruntudan
ibarettir. Öyleyse, düşüncenin temelini oluşturan maddedir. Kaldı ki
düşünce, maddenin ifade ediliş biçimi veya maddeye ilişkin bir yargıya
varmadır. Demek ki madde,
hem düşüncenin hem düşünmenin, yani akıl yürütmenin temelini
oluşturmaktadır. Bu temel olmadan ne düşünce ne de düşünme
gerçekleşebilir. Öte yandan madde hakkında karar verme, dahası insanla
ilgili olan ve insanın ürettiği her şey beyne bağlıdır. Zira beyin,
insanın ana merkezidir. Bu nedenle beyin olmadan düşünce de olmaz.
Beynin bizzat kendisi bir madde olduğuna göre, onun varlığı düşüncenin
var olmasının temel koşuludur. Aynı şekilde maddenin varlığı da
düşüncenin var olmasının temel şartıdır. Bu da demektir ki; aklın, yani
düşünmenin veya düşüncenin var olması için, ortada bir maddenin ve bir
beynin olması gerekir. Komünistler,
düşüncenin, yani aklın var olması için ortada bir maddenin ve bir
beynin söz konusu olması gerektiğinin farkına vardıklarından dolayı
çabaları ciddi ve doğrudur. Komünistler buraya kadar akıl olgusunu kesin
ve şüphesiz bir şekilde kavramaya yönelik doğruya sevk edici bir rol
oynadılar. Ne yazık ki düşünceye ulaşmak, yani düşünmeyi meydana
getirmek amacıyla madde ile beyin arasında bağlantı kurarken doğru
yoldan saptılar. Madde ile beyin arasındaki bağlantının söz konusu
maddenin beyne yansımasından kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta
aklı yanlış tanımladılar. Bu yanılgının esas sebebi kâinatı yoktan var
eden bir yaratıcısının varlığını ısrarla reddetmeleridir. Zira
Komünistler eğer bilginin düşünceden önce var olduğunu kabul etmiş
olsalardı bariz bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı ki bu gerçek
şudur: Madde henüz yokken düşünce nereden geldi? Hiç şüphesiz maddenin
dışında bir yerden gelmiş olmalıdır. Peki ama ilk insan düşünceyi
nereden aldı? Hiç şüphesiz başkasından ve maddenin dışında bir yerden
almış olmalıdır. Bunun anlamı şudur: İlk insana bilgi veren, ilk insanı
da maddeyi de yaratandır. Bu gerçek, Komünistlerin, “Kâinat”ın
ve maddenin başlangıcı ve sonu yoktur” şeklindeki kesin kanaatleriyle
çelişmektedir. Komünistler, bu kanaatlerine dayanarak “akıl, maddenin
beyne yansıması olup düşünce ve akıl yürütme, bu yansıma sonucunda
ortaya çıkar” tezini ileri sürdüler. Bilginin var olmasının zaruri
olduğu gerçeğinden kaçtıklarından dolayı da,
ilk insanın madde üzerinde deneyler yaparak deneme-yanılma yoluyla
bilgiye ulaştığını ve bu deneylerin de başka deneylere ön ayak olduğu
şeklinde hayal ürünü varsayımlar oluşturmaya çalıştılar. Israrla aklın,
maddenin beyne yansımasından ibaret olduğunu, düşünce ve akıl yürütmenin
bu yansımadan doğduğunu savundular. Fakat Komünistler, “his” ile
“yansıma” arasındaki farkı göremediler. Zira düşünme eylemi,
ne maddenin beyne yansımasından ne de beyin üzerinde iz bırakmasından
kaynaklanmaktadır. Düşünme, “histen” doğmaktadır. Duyuların merkezi ise
beyindir. Eğer maddeyi hissetmek söz konusu olmasaydı, düşünce de söz
konusu olmazdı. İşte Komünistler, “his” ile “yansıma”yı
birbirinden ayırt etmeyerek kaş yaparken göz çıkarma durumuna düştüler.
Bunun sonucu olarak, aklı yanlış tanımlama yoluna gittiler. Fakat asıl
hataları, “his” ile “yansıma”yı
ayırt etmemekten çok -ki bu durumda meselenin yansımadan değil,
sezgiden ibaret olduğunu anlarlardı- varlığın bir yaratıcısı olduğunu
inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Komünistler, madde hakkında “ön bilgiler”e (a priori
bilgiler) sahip olmanın, düşüncenin, dolayısıyla akıl yürütmenin
zorunlu bir koşulu olduğunu kavrayamadılar. Aksi taktirde eşeğin de aklı
olurdu. Çünkü onun da beyni vardır ve madde onun beynine de
yansımaktadır. Yani eşek de maddeyi hisseder. Oysa akıl insana özgüdür.
Eskiler, “insan, konuşan bir hayvandır” derlerdi. Bunun anlamı, insan
düşünen bir hayvandır. Zira düşünme veya akıl, canlılar arasında sadece
insana özgüdür. Hayvan için akıl ve fikirden söz etmek şüphesiz mümkün
değildir. Her
şeye rağmen, aklın anlamını bulmak için ciddi bir çaba gösterip akıl
olgusunu tanıma yolunda doğru bir çizgiyi takip edenler, sadece Komünist
düşünürler olmuştur. Komünist düşünürler, aklı tanımlamada hataya düşüp
onu kesin bir şekilde tanıma yolunda sapmış olsalar da,
kendilerinden sonraki nesillere aklı kesin ve şüphesiz bir şekilde
tanıma yolunu açmışlardır. Öte yandan Müslüman düşünürler bir şeyi
tanımlamak için ön bilgilerin (a priori
bilgilerin) gerekliliğine inanmalarına ve bunun da doğru olmasına
rağmen, ortaya koydukları çabalar vakıayı tanımlamaktan öteye
geçememiştir. Madem ki aklı doğru bir şekilde tanımlamaktan amaç sadece
Müslümanları değil bütün insanları teşvik etmektir, öyleyse aklın tanımı
somut algılanabilen bir vakıaya dayanmalıdır. Yüce Allah, aziz kitabında şöyle buyurmaktadır: Ve
O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu
ve; Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!, dedi. Onlar; Sen
kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin
dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen,
gerçek hikmet Sahibi!, diye cevap verdiler. O; Ey Adem, bu şeylerin isimlerini onlara bildir!,
buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah); Size, 'göklerin ve
yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü
yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?, dedi.” Bu
ayetten de anlaşıldığı gibi, bilgiye yani herhangi bir bilgiye ulaşmak
için, ön bilgilerin olması şarttır. Allah, Adem'e eşyaların isimlerini
veya nasıl isimlendirileceğini öğretmiştir. İlk insan olan Adem,
Allah'ın kendisine verdiği bu bilgilerle eşyayı tanımıştır. Eğer bu
bilgiler olmasaydı, eşyayı tanıyamazdı. Akıl olgusunu tanımada
Komünistlerin izledikleri yolda saplantılarının temelinde “ön bilgiler”in
varlığını gözden kaçırmalarının yattığını kabul edersek; bu bile
onların aklı tanımlamadaki hatalarını ve saplantılarının şeklini ortaya
koymaya yeter. Zira düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan
madde ile ilgili “ön bilgiler”in var olması gerekir. “ön bilgiler”in
bağlayıcılığı sadece Müslümanları değil, tüm insanları kapsamına
aldığına göre, somut algılanabilen bir vakıayla karşılaşıldığında
düşüncenin, yani aklın oluşabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin
söz konusu olması şarttır. Her ne kadar aklî eylemin, yani düşünce veya
akıl yürütmenin söz konusu olması için maddenin var olması şart ise de, aklın varlığı beyindeki ön bilgilere bağlıdır. Komünistlerin
aklı tanımlamada izledikleri doğru yoldan sapmalarını anlamak için,
“akıl maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır”
şeklinde bir temelden yola çıkmak, yanılgıların esas ve tek nedeni
değildir. Temel sorun, Komünistlerin aklî eylem yani akıldan söz
edebilmek için madde hakkında ön bilgilerin mevcut olmasının
gerekliliğini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten akıl
olgusunda söz konusu olan, maddenin beyne yansıması değil, beynin
maddeyi algılamasıdır. Yukarıdaki ayeti kerimeden ve somut algılanabilen
gerçekten de açıkça anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak madde hakkında “ön bilgiler”in
mevcut olması, akıl yürütme yani algılama için şarttır. Bu bilgiler
olmadan akıl yürütme veya algılama da olmaz. Aklı anlamak ona kesin, net
ve şüphesiz bir tanım vermek, ancak böyle bir yaklaşımla mümkündür. Akıl
yürütme eyleminde söz konusu olan şeyin “yansıma” değil, “hissetme”
olduğuna gelince; bunu anlamak için madde ile beyin arasında bir
yansımanın olmadığını kavramak gerekir. Zira ne beyin maddeye, ne de madde beyne yansır. “Yansıma”nın gerçekleşmesi için, ayna ve ışık gibi, maddeyi yansıtan şeyin yansıyabilirlik özelliğine sahip olması gerekir. Bu ise ne beyinde ne de nesnel gerçeklikte mevcuttur. Bu nedenle madde ile beyin arasında hiç bir
şekilde yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyne yansımaz ve
yansıma yoluyla beyne intikal etmez. Madde, duyu organlarıyla
hissedilerek beyne intikal eder. Yani maddeyi hisseden, herhangi bir
duyu organıdır. İşte beyne taşınan, duyu organıyla algılanan histir ve
ancak “his”ten sonra beyinde madde hakkında bir hüküm oluşur. Maddeyi duyu organları aracılığıyla hissederek beyne taşımak, ne maddenin beyne yansıması ne de beynin maddeye yansımasıdır. Burada gerçekleşen olay, yalnızca maddenin “hissedilmesi”dir.
Maddenin hissedilmesinde görme duyusuyla diğer duyu organları arasında
bir fark yoktur. Hissetme, görme duyusuyla gerçekleştiği gibi, dokunma,
koklama, tatma ve işitme duyularıyla da gerçekleşebilir. O halde eşyalar
beyne yansımaz. Eşyalar hissedilir. İnsan, eşyaları beş duyu organı
vasıtasıyla hisseder. Eşyalar, onun beynine yansımaz. Madde
beyin ilişkisinde hissin gerçekleşmesi, “maddi” şeylerde gün gibi
ortadadır. “Manevi” ve “ruhi” şeyler gibi maddi olmayan şeylerde ise,
“aklî eylem”in
gerçekleşmesi için yine “his” söz konusudur. Sözgelimi; çökmüş bir
toplumun çökmüş olduğuna karar vermek için, her şeyden önce bu çöküşü
“hissetmek” gerekir. Bu “maddi” bir iştir. Bir onurun kırılması söz
konusu olduğunda, bu konuda bir yargıya varmak için onur kırıcı şeyin
veya sözün veya şifrenin “hissedilmesi” gerekir. Bu da “manevi” bir
iştir. Yine Allah'ın hoşuna gitmeyen ve onun gazabını çeken bir işin
veya eylemin, böyle bir eylem olduğunu anlamak için onu “hissetmek”
gerekir. Bu ise “ruhi” bir iştir. Görüldüğü gibi “his” olmadıkça aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir.
His, maddi olsun olmasın aklî eylemin gerçekleşmesi için vazgeçilmez
bir unsurdur. Şu farkla ki, maddenin karakterini anlamaya paralel olarak
güçlenip zayıflasa da maddi eşyalarda his, doğal olarak gerçekleşir.
“Düşünce ile ilgili his, en güçlü his türüdür” denmesinin nedeni budur.
Maddi olmayan konularda ise his ancak maddi olmayan şeyi kavramakla veya
taklit yoluyla gerçekleşir. Her halükarda konunun “hissetmek”ten ibaret olduğu, “yansıma”yla
ilgili olmadığı iki kere iki dört edercesine açıktır. Gerçi söz konusu
“his”, maddi şeylerde manevi şeylere nazaran daha açık görülür, fakat
yine de konunun temelini oluşturmaz. His, her insanda somut olarak
vardır, bunda şüphe yoktur. Fakat onu ifade etmek, bazılarının “yansıma”yla
ifade ettikleri gibi vakıaya ters düşebilir. Aynı şekilde his veya
duyumla açıkladığımız gibi vakıanın bizzat kendisini de ifade edebilir.
Ne olursa olsun, Komünistlerin sapmalarının temelini, onların maddeyle
ilgili ön bilgileri göz ardı etmeleri oluşturur. Onları büyük bir
sapmanın içine sürükleyen, bu faktördür. Zira ön bilgiler, akıl konusunun, yani aklî eylemin özü ve temelidir. “Ön bilgiler”i özetlersek, diyebiliriz ki; salt “his”ten düşünce meydana gelmez. Salt “his”ten
sadece ortaya çıkar. Zira his artı his artı milyon kere his eşittir
yine histir. Hissetme sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonuç değişmez
ve sadece histen düşünce oluşmaz. İnsanda düşüncenin oluşması için,
insanın “hissettiği” madde aracılığıyla yorum yapabilmesine imkân
verecek olan “ön bilgiler”e sahip olması gerekir. Aramızda bulunan herhangi bir insanı ele alalım. Bu kişiye Süryanice bir kitap verelim ve bu kişi, Süryanice'yle ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmasın. Kişinin “his”sini,
görme ve dokunma duyuları aracılığıyla kitaptaki yazılara yöneltelim.
Bu işlemi milyonlarca kez tekrarlayalım. Böyle bir durumda kişinin Süryanice'yle
ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir tek kelime bile bilmesi
mümkün değildir. Oysa kendisine Süryanice hakkında birtakım direkt veya
dolaylı bilgiler verildiği zaman, düşünmeye başlayacak ve kitabın
muhtevasını algılayabilecektir. Bu durum sadece dillere has bir
özelliktir denemeyeceği gibi, dilin insanlar tarafından ortaya konduğu,
dolayısıyla bir dili bilmek için o dille ilgili ön bilgilere sahip
olmanın şart olduğu da ileri sürülemez. Çünkü amaçlanan ister bir hüküm
ortaya koymak olsun ister bir göstergeyi veya hakikati anlamak olsun,
konu aklî bir eylemle ilgilidir. Aklî eylem ise tüm unsurlarda aynı
işlevi görür. Herhangi bir mesele hakkında akıl yürütmek ile bir soğan
hakkında akıl yürütmek arasında fark yoktur. Bir kelimenin anlamını
kavramak, bir vakıayı kavramakla eşdeğerdir. Bunların her biri aklî bir
eyleme gereksinim duyar. Aklî eylem ise, her şeyde, her meselede ve her
vakıada aynıdır. Dil
ve vakıa hakkında gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için,
doğrudan doğruya vakıayı ele alalım. Sözgelimi hissi gelişmiş, fakat ön
bilgilere sahip olmayan bir çocuğun önüne birer parça altın, bakır ve
taş koyalım. Çocuğun hissini bu şeyler üzerinde yoğunlaştıralım. Hisleri
ne denli tekrarlanırsa tekrarlansın,
ne denli çeşitlilik kazanırsa kazansın, çocuğun söz konusu nesneleri
idrak etmesi imkânsızdır. Fakat çocuğa bu nesneler hakkında ön bilgiler
verildiği taktirde, çocuk hissini kullandığında bu bilgiler devreye
girecek, nesneleri algılayabilecektir. Aynı çocuk büyüyüp yirmi yaşına
varacak olsa ve hâlâ ön bilgilerden yoksunsa, tıpkı doğduğu ilk günkü
gibi eşyaları sadece sezmekten ileri gidemez. Beyni ne kadar gelişirse
gelişsin, nesneleri idrak edemez. Zira onun eşyaları idrak etmesini
sağlayan şey, beyin değil; hissettiği vakıayla ilgili beyninde bulunan
ön bilgilerdir. Aynı şekilde hayatında hiç aslan, terazi, köpek ve fil
gibi varlıkları görmemiş ve duymamış olan dört yaşındaki bir çocuğu ele
alalım. Ona bir aslan, bir terazi, bir köpek, bir fil veya bu
varlıkların birer resimlerini gösterelim. Sonra çocuğa bunlardan her
birini tanımasını, adını söylemesini ve her birinin ne olduğunu
göstermesini talep edelim. Böyle bir durumda çocuk söz konusu nesneleri
tanıyamayacak, her biri hakkında aklî bir eylemde bulunamayacaktır. Bu
çocuğa bu varlıklardan hiçbirinin kendisini veya resmini göstermeden
isimlerini ezberletip sonra kendisinden isimlerini ezberlediği bu
varlıkları teker teker göstermesini talep ettiğimiz takdirde, sonuç
değişmeyecek ve çocuk hangi ismin hangi varlığa ait olduğunu ayırt
edemeyecektir. Fakat ne zaman ki çocuğa her bir varlığı veya resimlerini
teker teker gösterip varlıkla onun ismi arasında bir bağ kurarak
ezberletilir, işte o zaman çocuk her bir varlığı ismiyle tanıyabilir,
yani hangisinin aslan, hangisinin terazi olduğunu idrak edebilir ve hata
yapmadan onları gösterebilir. Bundan sonra çocuğu şaşırtsanız dahi, o,
aslanın aslan, terazinin terazi olduğunda ısrar edecektir. Demek ki
sorun gerçekte ne madde ne de maddeyi hissetmekle ilgilidir. Meselenin
özü, söz konusu maddeyle ilgili ön bilgiler, yani kişinin madde veya
vakıa hakkında önceden sahip olduğu bilgilerle ilgilidir. Zira doğrudan
veya dolaylı olarak vakıaya ilişkin ön bilgiler, Aklî eylemin temel,
vazgeçilmez koşuludur. “aklî Algılama” açısından durum bundan ibarettir. “İçgüdüsel
Algılama” ise, içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan doğar. Bu noktada
hayvan ile insan arasında bir fark yoktur. Tıpkı eşeğin arpanın yenip
toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da tekrar ve deneyim kazanma
yoluyla elmanın yendiğini, taşın ise yenmediğini bilir. Ancak bu ayırt
etme bilgisi, ne düşünce ne de algılamadır. söz
konusu ayırt etme bilgisi, hem insanda hem de hayvanda bulunan
içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle duyu
organları vasıtasıyla, maddenin beyne taşınmasının yanı sıra, ön
bilgiler var olmadıkça bir düşünce meydana gelemez. Pek çok kişi, ön bilgilerin bazen
insanın kişisel deneyimlerinden bazen de öğrenme yoluyla oluştuğunu
söyleme noktasında yanılgıya düşmüştür. Onlara göre, tecrübelerin bizzat
kendileri bilgileri meydana getirirler. Aklî eylemi ortaya çıkaran da
ilk tecrübelerdir. Oysa bu yanılgıyı bertaraf etmek için sadece
ilişkilendirme özelliği bakımından insan beyniyle hayvan beyni
arasındaki farkı görmek, içgüdüler ve organik ihtiyaçlar ile eşyaya
ilişkin verilen hüküm arasındaki bağa dikkat etmek yeterlidir. Hayvan
beyni ile insan beyni arasındaki farka gelince; hayvan beyni bilgiler
arasında ilişki kurma özelliğinden yoksundur. Fakat hayvan beyni
özellikle sürekli tekrar edildiği zaman hatırlama ve çağrışımda bulunma
özelliğine sahiptir. Hayvanın doğal bir biçimde gerçekleştirdiği bu
“hatırlama”, içgüdü ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bundan
başka hiç bir
özelliği yoktur. Örneğin; zil çalıp arkasından köpeğe yemek vermek adet
haline getirildiğinde, her zil çalışında köpek zilin ardından yemeğin
geleceğini anlar ve bu yüzden salyası akmaya başlar. Aynı şekilde bir
eşek dişisini gördüğünde cinsel güdüleri kabarır, ancak aynı eşek dişi
bir köpek gördüğünde cinsel güdüleri harekete geçmez. Yine sığır
otlarken zehirli otlardan ve kendine zarar verecek bitkilerden sakınır.
Bu ve buna benzer örnekler gösteriyor ki, burada “içgüdüsel olarak ayırt
etme” söz konusudur. Bazı hayvanların birtakım hareketleri yapması veya
birtakım eylemlerde bulunması, içgüdü, akıl ve algılamayla ilgili
olmayıp bu hareketler taklit ve hatırlatmanın ürünüdür. Zira hayvan
beyninde bilgiler arasında bağ kurma yeteneği yoktur. Hayvan beyni,
çağrışımlar yapmaya ve içgüdüsel olarak ayırt etme yeteneğine sahiptir.
Çünkü hayvan, içgüdüye bağlı olan her şeyi hisseder. Hayvanın hissettiği
her şey, hele hele bu his tekrarlanmışsa, onda çağrışım yapar. İster hisle,
ister çağrışımla olsun, hayvan içgüdüsüne bağlı şeyleri doğal olarak
yapar. İçgüdüye bağlı olmayan şeyleri hissettiğinde doğal olarak bir
eylemde bulunmaz. Fakat bu his sürekli tekrarlandığında ve kendisinde
çağrışım yaptığında, hayvan bu eylemi doğal olarak değil, taklit ve
hatırlama yoluyla kazanır. İnsan
beyni açısından durum tam tersidir. İnsan beyni, çağrışım dışında
bilgiler arasında bağ kurma yeteneğine de sahiptir. İnsan, Bağdat'ta
gördüğü bir adamı on yıl sonra Şam'da gördüğünde onu hatırlar. Fakat
adam hakkında bilgi sahibi olmadığı için Şam'da bulunmasına bir anlam
veremez. Eğer Bağdat'ta gördüğü zaman adam
hakkında bilgilenmiş olsaydı, daha sonra Şam'da gördüğünde, önceden
sahip olduğu bilgilere dayanarak orada bulunuşuna bir anlam verebilirdi.
Fakat hayvan çağrışımla bu adamı hatırlasa bile, onun Şam'da
bulunmasına bir anlam veremez. Hayvan, bu adamı gördüğü zaman
içgüdülerine bağlı olarak hissetme eylemini gerçekleştirir. Zira hayvan,
duyular aracılığıyla hatırlama (çağrışım) yeteneğine sahip olmasına
karşın, ne kadar çok eğitilirse eğitilsin ve ne kadar çok taklitte
bulunursa bulunsun bilgiler arasında bağ kuramaz. Oysa insan beyni hem
hisleri hatırlar, çağrışımda bulunur hem de bilgileri ilişkilendirir. İçgüdüler ve organik ihtiyaçlarla nesneler hakkında yargıya varma arasındaki fark nedir? İnsan, içgüdüleri tekrar yoluyla hatırlama,
ve kendisinde bulunan bilgiler arasında bağ kurma özelliği ile
hissettiklerinden ve çağrıştırıp hatırladıklarından bilgiler meydan
getirebilir. Bütün bunları ancak içgüdü ve organik ihtiyaç ortamında
gerçekleştirebilir. Böyle bir ortam olmaksızın bilgiler arasında
bağlantı kurma işlevini yerine getiremez. Başka bir ifadeyle, böyle bir
ortam olmadan herhangi bir yargıya varmada söz konusu bilgilerle bağ
kuramaz. Bu nedenle çoğu kişi, “bilgileri hatırlama” (çağrışım) ile
“bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” kavramlarını birbirine
karıştırmaktadır. Halbuki “çağrışım” sadece içgüdüler ve organik
ihtiyaçlar için geçerlidir. “Bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ise,
ister içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgili olsun isterse bir konu
hakkında yargıya varmakla ilgili olsun her şey için geçerlidir. “Ön bilgiler”, “bilgileri birbirleriyle ilişkilendirmek” için mutlaka gereklidir.
İnsan ile hayvan arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Nasıl ki
insan, tahtanın suya batmayışından geminin tahtadan yapılabileceğini
anlıyorsa; aynı şekilde maymun, ağaçta asılı bulunan bir muzu indirmenin
sopa veya benzeri bir şeyle mümkün olduğunu anlamaktadır. Bütün bunlar
içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgilidir. Burada “ilişkilendirme”den bilgiler elde edilmiş olmasına karşın, söz konusu olan “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” değil, “hatırlama” (çağrışım)'dır.
Bu yüzden de “akli eylem” söz konusu değildir. Gerçek bir “akli eylem”
den söz edilebilmesi için, nesneler hakkında yargıya varmak gerekir.
Ancak bu durumda akıl veya düşünceden söz edilebilir. Nesneler
hakkında yargıya varmak ise, ancak bilgileri önceden sahip olunan
bilgilerle, yani ön bilgilerle ilişkilendirmekle mümkündür. Bu bağlamda akıl, düşünce, yani “akli eylem”in var olabilmesi için, kendisiyle bağ kurma işlemi gerçekleştirilecek olan ön bilgilerin var olması gereklidir. Çoğu
kimse, beynin maddeye yansıdığını veya insanın maddeyi hissederek
düşünme ve aklî eylemi gerçekleştirdiğini ispatlamak için, ilk insanın
tecrübeleriyle ve bu tecrübelerden bilgiler meydana getirerek düşünceyi
nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışırlar. Söz konusu olanın yalnızca
“hatırlama” (çağrışım) olduğu, burada “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme”nin
söz konusu olmadığı, konunun içgüdülerle ilgili olduğu ve bunlarla
yargıya varmanın mümkün olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz
ifadeler bu tezi çürütmek için yeterli olmasına rağmen asıl mesele ne
ilk insandır ne de ilk insanla ilgili varsayımlar veya tahminlerdir.
Burada asıl mesele ilk insan veya son insan değil, insan gerçeğidir.
Günümüzün insanını ilk insana, yani burada olanı burada olmayana
kıyaslamak yerine; ilk insanı ele alıp gördüğümüz hissettiğimiz günümüz
insanına kıyaslamak daha akıllıca bir davranıştır. Böylece bugünkü
insanı özümseyip algılamakla her insan, hatta ilk insan algılanmış olur.
Bu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Zira günümüz
insanı somut olarak gözümüzün önündedir. O halde önce insanın içgüdüler
ve yargıya varmakla ilgili aklî eylemini irdelemek, sonra da “hatırlama”
(çağrışım), “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ve her iki kavram
arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bu farka dikkat ettiğimizde
görürüz ki, insanın aklî bir eylemi gerçekleştirmesi için ön bilgilerle
bağ kurması şarttır. Fakat hissin hatırlanması (çağrışım), hem insanda
hem de hayvanda bulunmaktadır ve bu durumda aklî eylem, akıl yürütme ve
düşünceden söz edilemez. Nesneleri henüz tanımayan, nesneler hakkında
henüz bilgilere sahip olmayan, fakat bu bilgilere sahip olması mümkün
olan küçük çocuğun bu durumu, aklın anlamını ortaya koyan en doğru kanıt
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
bağlamda akıl sadece insanda vardır. Aklî eylemi yalnızca insan
gerçekleştirebilir. Ancak içgüdüler ve organik ihtiyaçlar, bunları
sezme, hissetme ve hissedilenleri hatırlama (çağrışım) açısından insan
ile hayvan arasında bir fark olmamasına rağmen, bunların hiç birisi ne akıl, ne algılama ne düşünce, ne de akıl yürütmedir. Burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” den başka bir şey söz konusu değildir.
“Aklî Algılama” ise bambaşka bir şeydir. Akıl, bilgileri birbiriyle
ilişkilendirme özelliğine sahip bir beynin varlığını gerektirmektedir ki
bu özellik sadece insanda mevcuttur. O halde aklî eylem,
“ilişkilendirme” yeteneğinin varlığıyla mümkündür. “İlişkilendirme”
yeteneği ise, ancak bilgiler ile madde arasında bağ kurmakla mümkün
olur. Bu nedenle ister ilk insanda olsun isterse günümüz insanında olsun
aklî eylemin söz konusu olabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin
varlığından söz etmek gerekir ki bu bilgiler maddeden önce zaten vardır.
İlk
insanın önüne madde sunulmadan önce, bu madde hakkında önceden edinilen
bilgilere (ön bilgilere) sahip olması gerekmez mi? Allah'ın ilk insan Adem
hakkında söylediği “...Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti”
şeklindeki yüce sözü ve ardından buyurmuş olduğu “Ey Adem! Bu şeylerin
isimlerini onlara bildir” yüce sözü de ön bilgilerin aklın oluşmasındaki
önemine işaret etmektedir. O halde ön bilgiler, “aklî eylem”in gerçekleşip bir anlam kazanması için vazgeçilmez unsurdur. Komünist
düşünürler, aklı anlamaya çalışırken, aklî eylemin gerçekleşmesi için
madde ve beynin gerekliliğini kavramakla buraya kadar doğru bir metot
izlemişlerdir. Ancak sorun onlar için bu noktadan sonra başlamıştır ki,
beyni maddeyle ilişkilendirerek bu ilişkiyi “his/duyum”la değil, “yansıma”yla ifade ederken hataya düşmüşlerdir. “Aklî eylem”in
gerçekleşmesi için ön bilgilerin var olması zaruretini inkâr etmekle de
tamamen yanılgıya düşmüşlerdir. Zira söz konusu ön bilgiler olmadan
Aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bütün bu söylenenler
doğrultusunda aklı kesin ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde
anlamanın yolu, şu dört unsurun birlikte bir arada bulunmasından geçer.
Bunlar: 1- Madde veya vakıa 2- Sağlıklı beyin 3- His 4- Ön bilgiler Buna
göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu
organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle
yorumlamasıdır. İşte
aklın yegâne doğru tanımı budur. Bunun dışında bir başka tarifi yoktur.
Bu, akıl olgusunu sağlıklı bir biçimde niteleyen ve her asırda tüm
insanları bağlayabilecek tek tanımdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder